25 Mayıs 2016 Çarşamba

Çocuk Hakları, Çocuk İstismarı

Ülkemizde son zamanlarda artan çocuk istismarı, çocuk suçlular, madde bağımlısı çocuklar ve daha niceleri… Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Çocuk Hakları Birimi Koordinatörü Dilek Erdem’le Çocuk Hakları üzerine bir söyleşi yaptık.
Türkiye’de yetişkinlerin çocuğa karşı bakışı nasıl ?
Günümüzde Türkiye’de yetişkinlerin çocuklara karşı bakış açısı daha olumlu daha iyi. Çünkü düşünceleri alınıyor, fikirleri soruluyor, aileler buna önem veriyor. Fakat geçmiş yıllara baktığımızda ne görüyoruz, aileler genelde sen çocuksun deyip çocukların fikirlerine önem vermiyordu. Şuanda aileler çocuklarına daha çok değer veriyor, daha çok çocukların fikirlerini almak istiyor. Biz çocuklarla yaptığımız atölye çalışmalarında gördüğümüz kadarıyla, aileler çocuklarının fikirlerine gerçekten değer veriyor. Sorduğumuz sorularda eve bir şey alınacağı zaman çocuklara da soruluyor ya da okul seçiminde için okulu siz mi aileniz mi seçiyor sorusuna %90 benim fikrim alınarak okuluma karar veriliyor şeklinde cevaplar alıyoruz.
Yetişkinler çocuklarını birey olarak kabul edip, onlarında haklarının olduğunu düşünüyorlar mı ?
Aileler bunu pek düşünmüyor aslında milli eğitimdeki öğretmenler bile düşünmüyor. “Çocuğun hakkı mı olur” tarzında düşünüyorlar. Hatta okullardaki rehber öğretmenler Çocuk Hakları Günü’nde Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin maddelerini verip geçiyorlar. Çocukların haklarının farkında olmaları için herhangi bir etkinlik ya da kutlama yapmıyorlar. Daha çok sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimlerdeki Çocuk Hakları Birimleri daha çok destek oluyor, daha çok öncü oluyor bu tarz etkinliklere. Özellikle sivil toplumlar daha çok ilgileniyor. Aileler ise tamam hakları var ama bende çok fazla özgürlük veremem gibi düşünüyor.
Dünyadaki diğer çocuklarla karşılaştırdığımız zaman Türk çocukları haklarının farkında mı?
Çok enterasan bir şey var. Dünyada bu sözleşmeyi 193 ülke onayladı. Onaylamayan iki ülke biri Somali, biri ise ABD. Özellikle ABD’nin onaylamaması çok ilginç. UNICEF, Birleşmiş Milletler Komitesi ve UNESCO var,  Amerika neden imzalamıyor. Diğer yandan Türk Çocukları gerçekten haklarının farkındalar, bunun bilincine vardılar. Özellikle 80 sonrası kuşak daha bilinçli, 80 öncesi kuşaktan ve kendi çocukluğumdan bahsedersem; çocuk hakları da neymiş diyorduk. Yeni gelen nesil çocuk haklarını duyuyor, biliyor, ne hakkında olduğunu anlamaya çalışıyor. Ailesine gösteriyor, benim böyle bir hakkım var diyor. Tabi bu haklar çocuğa orantılı bir şekilde gösteriliyor. Ben düşüncelerimi özgürce ifade edebilirim, ben her şeyi yapabilirim ful özgürlük değil. Önemli olan bunun eğitmenler tarafından orantılı aktarılması.
Peki, 80 sonrası kuşak bu bilinci nasıl kazandı? Kendi kendilerine mi yoksa aileler mi daha çok bilinçlendi?
Aileler daha çok bilinçlendi. Sivil Toplum örgütleri daha aktif hale geldi. Türkiye’de 90’lardan sonra sivil toplum rüzgarı esmeye başladı. İnsan Hakları Dernekleri, Çocuk Hakları Dernekleri ve komiteler kuruldu. Barolar, emniyet, belediyeler Çocuk Hakları Birimleri kurdu. Dolayısıyla haberlerde, basında çocuk konusu daha çok işlenmeye başladı. Bunların hepsi bir araya gelince, çocuğa olan farkındalık arttı. Eskiden bu farkındalık yoktu. Ama yeni gelen nesil daha çok bilincindeler. Bir atölye çalışmasında çocuklara eğitim ve katılım hakkı ile ilgili afiş hazırlamalarını istedik.  O kadar ilginç ve enteresan şeyler çıkıyor, haklarının bilincindeler.8
80 öncesi nesilde bize hep çocuğun hakkı mı olur otur oturduğun yerde denildi. Özellikle kız çocukları ve engelli çocuklar daha çok ezilen ve mağdur olan taraf. Türk milletinin geleneklerine baktığımızda erkek çocukları daha az ezilen taraf olur. Kız çocukları evinde otur, kimseye gitme, şunu yapma, bunu yapma sözleriyle yetiştiriliyor. Ama bunlar değişti çünkü devir değişti, düşünceler değişti, algı değişti. Hepsinin değişmesiyle çocuklara olan bakış açısı da değişti.     
Çocuk Hakları Sözleşmesi 1990 yılında imzalanmasına rağmen neden 5 sene sonra yürürlüğe giriyor?
Dünyada 1989 yılında onaylanıyor. Biz Türkiye’de 1990 yılında kabul ediyoruz. Turgut Özal zamanında, 20 Kasım 1995 yılında kesin olarak yürürlüğe giriyor ama yine de 3 maddeye çekince koyuluyor. Hala daha biz o maddeleri kullanırken çekince yaşıyoruz ve kullanamıyoruz. Bunlar iç hukuk normu olarak görüldü. Neden imzalanmadığına gelince devlet politikası diyebiliriz. 90’lı yıllardaki siyaset diyebiliriz ya da o zamanın şartlarında başka bir şey olabilir.
Çocuk istismarı konusunu biz basına yansıyan kadarını biliyoruz, siz bu işin içinde olan biri olarak daha fazla görüyorsunuzdur. Türkiye’de çocuk istismarı gerçek olarak ne boyutta?
Türkiye’de değil ama biz geçen sene bir çalışma yaptık. Beşte bir kampanyası bu kampanya “one in five” diye geçiyor Avrupa’da. Bu araştırma sonuçlarına baktığımızda Avrupa’da her 5 çocuktan 1’i cinsel istismara uğradığını gördük. Verilere göre çocuklara karşı işlenen taciz, saldırı, istismar suçları 2009 yılında 13.812 iken 2011 yılında 24.000 cinsel istismar suçu işleniyor. İki katından fazla şuanda daha fazla, sabah gelirken Diyarbakır’da 226 çocuğun istismara uğradığı tespit ediliyor. Ama üstü kapatılıyor. Bunlar gibi daha çok dava var. Mesela duruşmalarda, adli vakalarda istismar suçu geliyor. İlgili kurumlar biliyor, fakat bunların üstü örtülüyor. Bunlar çok konuşulmuyor. Cinsel istismar dendiğinde istismarın çeşitleri de var. Fiziksel, cinsel ve duygusal istismar var, tabi ki bunların en ağırı cinsel istismar. Fiziksel istismar da tekme, ağız diş kırılması ya da okulda görülen şiddet çocukların birçoğu bunla karşı karşıya geliyor. Fakat acı olan şu ki cinsel istismarın %80’i çocukların yakınları tarafından yapılıyor. Bir öğretmen, anne ve baba olabilir, her şey olabilir.
Biz bu konuda daha geriye mi gidiyoruz?
İyileşme nasıl olabilir aslında onu anlatmak lazım. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nde Çocuk Hakları Birimi’nde 4 yıldır görev yapıyorum. Geçen sene 2013 yılında bir sözleşmeye imza attık. Dünya Uluslararası Çocuk Merkezi ile beraber ortak karar vererek, Beşte Bir Kampanyası’na imza attık. Bu kampanya kapsamında neler gördük. Çocukların cinsel sömürü ve istismardan korunması için başlattığımız bir kampanya oldu. Bu kampanyanın sonucunda anasınıfı öğretmenleri, velilere, ebeveynlere ulaşalım. Bu çocuklara cinsel istismara uğramadan bir çalışma başlatalım, özellikle de anasınıfı öğrencilerine. Bu proje ilk yerel yönetim olarak Eskişehir’de başladı. Çalışmaya önce öğretmenlerden başladık. Bizim asıl temamız anasınıfı öğretmenleriydi. Ankara’daki arkadaşlarımızda bu çalışmamıza çok destek verdiler. Avrupa Konseyi’nin onayladığı bir projeydi bu. Altı ay süren uzun soluklu bir proje oldu. Bu projede çoğu anasınıfı öğretmenine ulaştık. Anasınıfı öğretmenlerine Beşte Bir Kampanyası kitlerini alın, bu kitlerle okullarınızdaki öğretmenlerinize ve çocuklara aktarın. Çocuklar bunu çocuk dilinden algılasınlar ve çocuklar cinsel istismarın ne olduğunu bilsinler. Çünkü cinsel istismar çocuğun en yakınından da gelebilir. Hatta kendileri bile dediler, acaba çocuğumuzu nasıl yıkamam gerekiyor. Mesela banyoya girerken bikiniyle girilmesi gerektiğini algıladılar, çoğu veli bunun farkına vardı. Sonra veliler bize geldiler, materyalleri aldılar kendi çocuklarına aktardılar. Şimdi çocuklar da kendileri de daha bilinçliler. Biz bu istismarın önüne nasıl geçeriz dediğim gibi bilinçlendirme. Özellikle istismar gibi konularda bir proje ile çalışmak farkındalığı daha fazla arttırıyor. Biz Beşte Bir Kampanyası’na hala devam ediyoruz. Bu sene ilçelerde devam edeceğiz. Bilinçlendirmenin en iyi olduğu ayak ebeveynler. Gece yatmadan önce Kiko’nun el kitaplarını okuyabiliyorlar.
Kiko diye bir karakter var. Bu karakter kendi bedenine sahip bir çizgi film karakteri. Kiko geliyor, elime dokunabilir misin? Saçıma dokunabilir misin? Ama özel bir bölgeye geldiğinde hayır dokunamazsın cevabını çocuklara çocuk diliyle anlatan bir hikaye. Bunu çocuklar anlıyorlar. Bu benim bedenim, benim özel yerim buraya kimse dokunamaz diye bir farkındalık oluyor çocuklarda. Bu algının oluşması da elbette gerekiyor. Anne babası dahi olsa çocuğun kendi bedeni olduğunu ve ona dokunamayacağını bilmesi gerekiyor. Toplumumuz da en büyük yanlışlardan biri özellikle erkek çocuklar büyürken, cinsel organlarının büyüklere gösterilmesini istenmesi. Bunlar yanlış hareketler. Doğu ve Güneydoğu’da sivil toplum ile çalışarak bu bölgelerde araştırmalar yaptım. Bu süre içinde gördüm ki, aile tek bir oda da yatıyor. Her şey aynı oda da gerçekleşiyor. Bazen hayvanlarla bile aynı oda da kalıyorlar. Diyarbakır, Mardin, Muş, Ardahan, Iğdır taraflarına baktığınız istismar, ensest, namus davası gibi şeyler batıdan daha fazla.
O yüzden bu aileleri bilinçlendirmekten geçer, çocuklara bu bilinci küçük yaşlarda anlatmakla başlar. Özellikle Beşte Bir Kampanyası’nda hedefimiz 3-6 yaş grubu yani anasınıfı öğrencileriydi. O yaş gruplarından sonra 7 -8 yaş çocukları daha büyük oldukları için dinlemeyebilirler. Küçük yaş grubu daha somut bilgileri daha bir kapma devresinde olan çocuklar. 
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Çocuk Hakları Birimi’nin böyle güzel projeleri olduğu halde, neden Çocuk Dostu Şehirler Projesi’nde yer almadınız?
2011 yılında bizde projeye dahil olduk, Çocuk Dostu şehirlerin müdahale alanları bizde de var. Hatta bunun için UNICEF’le sertifikasyonumuzu yapmamız lazım. Bir yandan yükümlülükler de ağır, bunlar zamanla gelecek. Çocuk haklarını yaygınlaştırma var. Çocuk Dostu Belediye ve Çocuk Dostu Şehirler Projeleri var. Diğer yandan Beşte Bir Kampanyası var çocukların cinsel istismardan korunması için birçok yükümlülük var. Çocuk Dostu Şehirler Kampanyası için müdahale alanlarını netleştirmemiz buda zamanla olacaktır eminim, projenin az bir ayağı kaldı. Ayrıca Çocuk Dostu Şehirler Projesi gerçekten çok kapsamlı bir proje, müdahale alanı çok. Eğitim alanına girmek zorundasınız, sokaklara müdahale etmek zorundasınız. Mesela engelli çocuklar için parklarımız var mı? Onların dışarı rahat çıkabilmeleri için imkan sağlanıyor mu ? Çocukların sağlık problemlerine çözüm bulunabiliyor mu? Bu projenin yükümlülüğü sadece çocuk haklarını yaydım ve bitti değil. Bir çok alanda sorumluluklarını yerine getirebilmek. Bunun alt yapısı, eğitimi, eğitimsizliği ,çevresi ve son zamanlardaki en büyük sorunumuz madde bağımlılığı.
Şuan Eskişehir’de bile  bonzai sıkıntısı yaşıyoruz. Başlama yaşı 13’e kadar düştü ve daha çok göz ardı edilen mahallelerde çünkü çok ucuz 2 liraya bile bonzai bulabiliyorsunuz. Bir ara çakmak gazıyla karşı karşıyaydık, onu da 1 liraya bulabiliyorlardı. Hepsi tehlikeli, bonzai çakmak gazından çok çok daha tehlikeli. Bonzai dediğiniz şey tamamen sentetik bir uyuşturucu. Her ay bir gencin ya yoğun bakımda olduğu ya da başladığı haberi geliyor. Buna önlem alabilmemiz içinde emniyetin biraz daha iyi çalışması lazım.
Bir de önemli olan projelere dahil olabilmek değil, ayakta tutabilmek devamlılık sağlayabilmektir. Kağıt üzerinde kalmaması gerekir. Tek bir projeyle de kalmaması gerekir, projelerde devamlılık oldukça ilerleme kaydedilecektir. Özellikle çocuklar için çalışıyorsanız sürekli yenilenmeniz gerekir.
Çocukların suça karışma oranları git gide artıyor ve normalde çocukların yargılandığı mahkemelerin ayrı olması gerekiyor, ayrıca bu mahkemelerde sosyolog, çocuk psikoloğu, çocuk polisi vs olması gerekiyor. Neden Türkiye’de sadece 11 ilde çocuk mahkemesi var?
Çocuk mahkemeleri şöyle işler bir çocuk eğer hakim karşısına çıkacaksa sadece bir kez çıkar. Onun haricinde bir çocuğu siz kalkıpta 10 kere mahkemeye çıkaramazsınız. Ama maalesef çocuk  Türkiye’de 10 kere hakim karşısına çıkıyor ve aynı travmayı her seferinde yaşamak zorunda kalıyor.
Sizce en iyi çalışmaları hangi şehirdeki Çocuk Hakları Komitesi yapıyor?
Öyle bir ayrım yapamam. Çünkü diğer şehirlerde de arkadaşlarım var, çocuk hakları komiteleri var, insan hakları komisyonları var. Hepsinin ortak amacı belli: Çocuk. 
Biz çocukları nasıl koruyabiliriz? Çocuk Haklarını nasıl yayabiliriz? Mağdur çocukları nasıl kurtarabiliriz? O yüzden birini ayırt etmem imkânsız çünkü herkes canla başla çalışıyor.
Çocuk Haklar Birimi Türkiye’de çok fazla yok. Ama şuan yerel yönetimlerde kurulması zorunlu hale geldi. Bu birimin yaygınlaşmasını sağlayan Çocuk Hakları İzleme Komisyonları oldu.


Güneş battı, umutlar söndü


Röportaj teknikleri dersimizin final ödevi açıklandı! Ödev ünlü biriyle röportaj yapmak… Daha ödev açıklandığı gibi içimi bir heyecan kapladı. Aklımdan bir sürü isim art arda geçti. Tabi ki yine bir spor adamıyla yapacaktım, başka birileri yakışmazdı bana. Ama kimle yapacaktım. İlk röportajımı Fatih Terim ile yapmış olmak aslında beni biraz düşündürüyordu, çünkü Türkiye’deki en iyi teknik direktörle daha birinci sınıftayken görüşmüştüm. Arkadaşlarımla yaptığımız konuşmalarda yazarlar, siyasetçiler, edebiyatçılar konuşulurken bunların hiç biri benim ilgimi çekmiyordu. Diğerleriyle röportaj yaparken hayal ediyordum kendimi, birde herhangi bir teknik direktör veya spor adamıyla konuşurken hiç biri beni spor röportajı kadar mutlu etmiyordu. Öyle ki zaten birinci sınıftan beri ödevlerimi hep futbol üzerinden yaptım. Bunun dışına hiç çıkmadım, şimdi de çıkamazdım.
Biraz düşünüp, araştırdıktan sonra, şuan ligin en iyi takımlarından biri olan, bütün taraftarlar tarafından futbolu alkışlanan Beşiktaş’ın, teknik direktörü Slaven Bilic geldi aklıma. Hayatını araştırdığım zaman değişik şeylerle karşılaştım. Asıl mesleği avukatlık olan Bilic, mesleğini hiç yapmamış. Aynı zamanda bir rock grubunun gitaristi ve 2008 UNICEF iyi niyet elçisi olan bu adam araştırdıkça iyice dikkatimi çekti.4 dil biliyordu, Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir sahneydi bu. Bir sporcunun, bir teknik adamın futbol dışında sahip olduğu nitelikleri ve kalitesi beni iyice bu röportaj için iyice heveslendirdi. Şanslıydım ki “Four Four Two” dergisi kasım sayısında Bilic röportajına yer vermişti, daha fazla ilgi öğrenebilirdim. Heyecanla dergiyi aldım ve bir çırpıda okudum. Aralık ayı gelip “GQ” dergisinin kapağında da Bilic’i gördüğümde sevincim bir kat daha arttı. Üstelik GQ spor dergisi olmadığından özel yaşamına ait bir çok şeyi burada bulabilirdim. Bu arada da Bilic’e ulaşmanın yollarını arıyordum. Lig Tv Beşiktaş muhabiri Atakan Kurt sayesinde yardımcısına ulaştım ve kendisiyle röportaj yapmak istediğimi söyledim. Coşkun Bey bana hem ligde hem Şampiyonlar Ligi’nde ve de Türkiye Kupa’sında üç ayrı kulvarda mücadele ettiklerini, bu yüzden çok yoğun olduklarını söyledi. Takımın aralık ayında 13 maçı olduğunu ve İstanbul’da bile bulunamayacağını anlattı. Bir de hocanın bu ay bir sürü röportaj verdiğini ve biraz dinlenmek istediğini söyledi. Bunların hepsini bende biliyordum ama yine de bu röportajı gerçekleştirmek istiyordum. Bu yüzden bende ısrarlarımı sürdürdüm onlara ne zaman randevu verirlerse gelebileceğimi, bana yalnızca yarım saat ayırmalarının yeteceğini söyledim. Şuan olmaz ama ileriki bir zaman da yaptıracağına söz verdi Coşkun Bey, biraz üzülsem de yine de mutlu oldum. En azından ileriki bir zaman için sözümü almıştım.

Ama şimdi daha önemli bir sorunum vardı. Bilic olmadığına göre bu röportajı kiminle yapmalıydım? Kısa bir süre düşündükten sonra şuan ligde yeniden yükselmeye başlayan iyi futbol oynayan diğer bir takım Bursaspor; Şenol Güneş geldiğinden beri takıma çeki düzen geldi. Geriye dönüp baktığımda da A Milli Futbol Takımı’nın Dünya Şampiyonası’nda Şenol Güneş ile aldığı 3.lük, Türkiye’nin milli takım anlamında aldığı en üst düzey başarı. Aslında Şenol Güneş’te Türkiye’nin en başarılı teknik adamlarından birisi. Evet o an kararımı verdim. Şenol Güneş’le röportaj yapmakta benim için büyük bir başarı olacaktı. Böylece hem futboldan sapmamış olacaktım hem de teknik direktörlerle röportaj serime bir kişiyi daha eklemiş olacaktım. Peki, nasıl ulaşacaktım asıl soru buydu? Bursalı olduğum için ulaşmam kolay gibi gözüküyordu; fakat aldığım duyumlar hocanın yanına kimsenin yaklaşamadığıyla ilgiliydi. Araya bir tanıdık sokmadan bu işin olamayacağını anladım. Aklıma beni Fatih Terim’e de götüren, Gürcan Bey geldi. Onu aradım, isteğimi söyledim. Aldığım cevap Bursaspor’un maç programının yoğun olduğu ama yine de benim isteğimi hocaya ileteceğini söyledi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, hocanın röportajı kabul ettiğini ancak Bursa’ya çağırdığı anda gelmem gerektiğini söyledi.  Ben her an gitmek için hazırdım, yalnızca ocak ayının ilk haftasına kadar bu ödevi teslim etmem gerektiğini söyledim. Bir aksilik çıkması halinde bana haber vermelerini aksi takdirde ödevi veremezsem sınıfımı geçemeyeceğimi bu röportajın benim için her anlamda önem taşıdığını belirttim. Röportaj benim için sadece ödev anlamı ifade etmiyordu. Türkiye’nin en başarılı teknik direktörlerinden biriyle daha görüşmüş olacaktım. Bunun verdiği mutluluk bana yetecekti bile…

Aralık ayı başında bu konuşmayı yaptıktan sonra heyecanla beklemeye başladı. Günler hızla geçiyor karşı taraftan bir haber gelmiyordu. Bu arada Bursaspor’u sürekli takip ediyordum. Kupa maçları nedeniyle sürekli seyahat ediyorlardır. Aralık ayının son haftası gelip çattığında “oh” dedim. Hem kupa maçı hem lig maçı Bursa’da bu hafta beni kesin çağıracaklar. Hafta başı Gürcan Beyle yaptığım telefon konuşmasında röportajın bu hafta sonuna kadar kesin olması gerektiğini tekrar hatırlattım. Hocanın menajeriyle konuştuğunu yılbaşından sonraki gün gelirsem cuma günü bu işin hallolacağını söyledi. Artık tarih belli olduğuna göre daha da rahatlamıştım.

Yılbaşında sabaha kadar eğlendikten sonra, ertesi gün zorda olsa kalktım heyecanla çantamı hazırladım. Röportajda kullanmam gereken her şeyi çantama koydum. Tekrar tekrar kontrol ettim. Hiçbir şeyin eksik olmadığından emin olduktan sonra evden çıktım. Dışarı da yoğun kar, kaldırımlar gözükmüyor. Nasıl gideceğimi düşündüm. Ya yollar kapalıysa ve gidemezsem? Olsun dedim kendi kendime, en kötü cuma günü giderim. Yolda böyle sürekli kendimle konuşa konuşa otogara vardım. Yolların temiz olduğunu öğrendim ve biletimi aldım. Bursa’ya vardığımda değişik bir heyecan vardı üzerimde. Evime gittim ama yine de rahat değildim. Röportajın saatini henüz netleştirmemişlerdi. Cuma günü belli olacaktı. Yarı tedirgin yarı umutlu bir vaziyette uyudum.

Sabah erken ararlarsa diye telefonumun sesini açık bıraktım. Uyandım herhangi bir arama yoktu telefonumda, beklemeye başladım. Öğlen 12.00 olduğunda Gürcan Bey’i ben aradım. Kötü bir şey olduğunu hissediyordum. Bakalım sonu nereye varacaktı? Gürcan Bey ilk aramalarımda telefonlarımı açmadı ve geri dönüş yapmadı. Ben yine de ısrarla arıyordum, açmak zorundaydı o telefonu! Saat 14.00 olduğunda nihayet kendisinden bir mesaj “Röportajı kabul edenler, şuan da sorun çıkarıyor. Sana bir numara vereceğim. Şenol Güneş’in yardımcısı onu ara.” O an başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Ben ne yapacaktım? Ödevim ne olacaktı, sınıfımı nasıl geçecektim? Üstelik aylar önce alınan bir randevuyu son anda nasıl yapmıyoruz diyebiliyorlardı? Kafamda bu sorular dönerken bana verilen numarayı aradım. Telefondaki kişi Mehmet Bey’e olayı anlattım. Bu röportajdan haberi olduğunu fakat cumartesi günü maçları olduğundan takımın şuan kampta olduğunu, bu yüzden tesislere kimsenin giremediğini söyledi. Bu açıklamanın üzerine bende o zaman neden beni cuma günü için çağırdıklarını sordum. Bunun üzerine bana Şenol Güneş’in menajerinin numarasını vererek, benim işimi ayarlayacak asıl kişinin o olduğunu ve onunla iletişime geçmem gerektiğini söyledi. Onu kapattıktan sonra menajer Adil Cenkçiler’i iki kere aradım, telefonlarım açılmadı. Anladım ki hepsi beni başlarından atmak istiyordu. Bunun içinde topu birbirlerine atıp duruyorlardır.
Yeniden Mehmet Bey’i aradığımda saat 15.00’a geliyordu. Benim işimi çözmek için uğraştığını 15-20 dakika içinde beni geri arayacağını söyledi. Onunla konuşurken telefonda bir an da ağlamaya başladım. Bu röportajın benim için çok önemli olduğunu yapamazsam, dersimden kalacağımı ve hayatımla oynamış olduklarını bir bir vurdum yüzlerine.
15 dakika geçti. 20 dakika geçti. 30 dakika geçti. 1 saat geçti.
Saat 16.00 olduğunda hala beni arayan kimse yoktu. Mehmet Bey’i yeniden aradığımda idmanda olduğunu ve 1 saat sonra beni arayacağını söyledi. Artık hiçbir şekilde kimsenin beni arayacağına inanmıyordum. Beklediğim gibi de oldu. 1 saat sonra beni arayan kimse yoktu.
Saat 18.00 olduğunda yeniden aradım Mehmet Bey’i yeniden atlatan bir cevap: İdman şimdi bitti, yarın maç sonrası için senin işini ayarlamaya çalışıyorum. Ben seni arayacağım. Bu sırada belki de idman sonrası çağırıp o arada yaptırırlar diye hazırlandım. Elbisemi giydim, makyajımı yaptım, fotoğraf makinemin ve ses kayıt cihazımın son kontrollerini yapıp çantama yerleştirdim. Olur da hemen gel derlerse vakit kaybetmeyeyim diye… Bu sırada menajer Adil Bey’e kendimi tanıtan ve durumu anlatan bir mesaj yazdım. Bu röportajın önemini anlatan. Telefonlarımı açmıyordu ama belki bunu okurdu.
Saat 19.00 olduğunda Mehmet Bey’i yeniden aradım. En sonunda telefonları da kapanmıştı. İçimden bravo dedim kendi kendime, çok güzel başardınız beni atlamayı. Ama bu kadar kolay olmamalıydı, bir kişinin hayatıyla oynamak. O an ders veya röportajı yapmak umrumda değildi. Benim hazmedemediğim verilen bir sözün tutulmamış olmasıydı. Üstelik bu insan bu kar da kış ta kalkıp Eskişehir’den geliyor. Nasıl bir terbiyesizlikti bu? Tüm bunları düşünürken telefonum çaldı. Arayan Mehmet Bey’di, sonunda bu iş çözüldü dedim. Telefonu açtığımda karşımdaki ses, bu röportajın ne cuma günü , ne de cumartesi maçtan sonra mümkün olmadığını söyledi. Galiba biraz hazırdım böyle bir cevaba ama artık bütün gün o kadar gerilmiştim ki telefonla görüşmekten ve telefon beklemekten, yeniden ağlamaya başladım. Ben bu röportaj için bir ay öncesinden randevu aldığımı söyledim. Madem çok zordu bu röportaj o zaman neden kabul ettiklerini sordum. Kapatırken de sayelerinde sınıfta kalacağımı, ama şuan bunu durumu da geçtiğimi, yaptıkları terbiyesizlik karşısında kabul etseler de bu röportajı yapmayacağımı söyledim ve telefonu kapattım. Bir insanın hayatıyla bu kadar kolay oynanmamalıydı. İstediğim zaman yaparım istemediğim zaman yapmam olmamalıydı.
Hemen yeni bir plan yapmam gerekiyordu. Yine ilk olarak teknik direktörleri düşündüm ve aklıma Eskişehirspor Teknik Direktörü Ertuğrul Sağlam geldi. Böylece hem sınav haftamda şehir dışına çıkmaz hem de yine bir teknik adamla görüşmüş olurdum. Bu hayalimde bugün Eskişehirspor’un, Gaziantepspor’a yenilip Ertuğrul Sağlam’ın istifa etmesiyle son buldu.

Böylece ben de Şenol Güneş’le olan “yapamadığım” röportajı yazmaya karar verdim. Olaylar pek keyifli olmasa da umarım keyifle okumuşsunuzdur.



















17 Mayıs 2016 Salı

17 Mayıs hatırına buda burada dursun :)

O kadar heyecanlıydım ki, uyandığımda alarmın çalmasına daha bir buçuk saat var. Kalkıyorum, hazırlanıyorum ve gidiş saatinin gelmesini beklemeye başlıyorum. Vapura bindiğimizde hala soru yazmaya, soru hazırlamaya çalışıyorum.Yanımda Fatih Terim'in en yakın arkadaşlarından Gürcan Bey ve kızı Ceren var. Gürcan Bey yol boyunca bana Fatih Terim'i anlatıyor, o anlattıkça heyecanım daha da artıyor ve sonunda ekliyor " Orada her şeye hazırlık ol, rüzgarın nereden eseceği belli olmaz. " Bir an çok üzülüyorum, oraya kadar gidip hocayı görememekte var ama içimden bir şeyler bugünün benim için mutlu biteceğini söylüyor.Nitekim öyle oluyor.

O gün İstanbul'da kapalı bir hava var. Florya'ya vardığımızda, bizi karşılıklı duran iki aslan, kocaman iki bayrak ve bayrakların altında Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı aldığı anın fotoğrafı karşılıyor. Tesiste henüz kimseler yok ama bende heyecan dorukta. Her yeri inceliyorum. Küçüklüğümden beri tuttuğum takımın tesislerindeyim, birazdan antrenman başlayacak bütün futbolcular ve Fatih Hoca burada olacak. Lobide biraz oturduktan sonra bizi, Fatih Hocanın İtalya'da ve Galatasaray'da yardımcılığını yapan; şu anda Galatasaray Spor Akademisi'nin başındaki isim Müfit Erkasap odasına alıyor ve konuşmaya başlıyoruz. Biraz sohbetin ardından oyuncuların antremana başladıklarını öğreniyoruz. " Bugün antrenman erken " diyor Erkasap,  izlemek için izin istiyoruz, bu soru üzerine biraz çekimser kalıyor ve sohbetimize devam ediyoruz.

Florya'da çiçek bahçelerini aratmayan muhteşem bir manzara var. Çimenlerin etrafını bir çerçeve gibi saran renk renk menekşeler, laleler... Ağaçların şemsiyelik yaptığı hasır sandalye ve masalar, taş döşenmiş zemin; İnsana huzur veriyor. Gürcan Bey " Galatasaray takımı kampa girip, havalar güzel olduğunda burada kahvaltı ediyor" diyor. Öğreniyorum ki buralarla da Fatih Hoca ilgileniyormuş. " Bahçıvanların bile işlerine karışır, görmesin bu solmuş laleleri." diyor ve gülüyor Müfit Erkasap. Biz bahçede otururken, futbolcular tesisten ayrılmaya başlıyor. Antremanın bittiğini anlıyoruz. Bir araba gelip duruyor önümüzde, içinde Fatih Hoca, Müfit Erkasap'ı da alıp cumaya gidiyorlar. Kalbim o anda durma noktasına geliyor, oysa hocayı göremiyorum bile. 1 saat sonra geri geliyorlar. Müfit Erkasap yemeğimizi yedikten sonra hocanın bizimle görüşeceğini söylüyor. O an mutluluktan uçuyorum, kafamdan binlerce soru geçiyor.

Yemeğimizi yedikten sonra yine beklemeye başlıyoruz. Hocanın görüşmesi olduğunu ve bitince hemen bizi alacağını söylüyorlar. Bu sırada tesisin içini gezmeye başlıyoruz. Küçük yaş grubu takımlarının antremanları var. Onları izledikten sonra Galatasaray Spor Okulları'nın bulunduğu binaya giriyoruz. Bizlere bir şeyler ikram ediyorlar.

Umutlarım tükenmeye başladığı anda, okulun içinde bir hareketlenme oluyor ve "Hoca geliyor" diyorlar. O an ne yapacağımı şaşırıyorum. Kalp atışlarım hızlanıyor, ellerim terliyor, kafamdan bin tane düşünce geçiyor. Birazdan Fatih Terim karşımda olacak. Bir anda herkes aşağı iniyor, ben yukarıda tek kalıyorum. Kapıdan ilk hoca giriyor. O anda anlıyorum,konuşmanın güzel geçeceğini çünkü hoca öyle bir enerji veriyor ki etrafa. Gülümseyen bir ifadeyle " Ceren'in arkadaşı sen misin?" diyor, şaşkınlıkla "evet" diyorum. Hoca güler yüzlü olduğu kadar, biraz da üzgün bizi antremana almadıkları için "Nasıl yaparlar böyle birşeyi,inanın şimdi söylediler sizin olduğunuzu, yoksa ben sizi aldırtmaz mıydım?" diyor ve bir kaç kez özür diliyor. "Haftaya gelin antremana bütün oyuncularla fotoğraf çekinin" diyor, bu duruma çok üzüldüğü her halinden belli oluyor. O an anlıyorum ne  kadar hassas bir insan olduğunu. Karşımdaki tekli koltuğa oturuyor. Çaylar, baklavalar geliyor konuşmaya başlıyoruz. Gürcan Bey Anadolu Üniversitesi'nden röportaj için geldiğimi söylüyor; hoca dönüyor bana, başlıyorum konuşmaya:

- Hocam aslında bu ödev bize ilk verildiğinde amacım Galatasaraylı bir futbolcu ile röportaj yapmaktı, diyorum.
Hoca çayını yudumlarken " Hemen yaptıralım" diyor ve gülüyor.
- Bir arkadaşımız Yaşar Kemal ile yapacağını söyleyince, ben neden bu röportajı Fatih Terim ile yapmıyorum diye düşündüm ve sizinle yapmaya karar verdim. Üstelik ben sizinle röportaj yapacağımı söylediğimde kimse bana inanmadı. Şampiyonluk arifesinde hoca seninle mi uğraşacak dediler, ama pes etmedim. Bir gün yolumuz Gürcan Bey ile kesişti. O da ben seni tesise sokarım gerisi sana kalmış deyince, takıldım peşine geldim.
- Bir iki fotoğraf çekinsek gerisini sen doldursan olmaz mı? diyor.
- Olmaz, diyorum.
Koltuğunu yanıma çekiyor, "Yakın olsun fotoğraflar daha inandırıcı çıksın,hatta yanına geleyim" diyor. Yerinden kalkıyor ve yanıma oturuyor böylece ilk fotoğrafımızı çekiniyoruz. Yerine geçiyor:
-Ceren fotoğraf çeksene kızım makinede 10.000 poz var. Sen 3 tane çektin, diyor herkes kahkahalara boğuluyor.
Hoca o kadar güler yüzlü, içten ki; sürekli konuşuyor birşeyler anlatıyor. Bana dönüyor ve başla bakalım sormaya diyor. "Ses kayıt cihazı kullanabilir miyim?" diyorum. "Hayır" diyor baştan, yüzüm biraz asılınca "Hadi kullan" diyor.
Röportaja başlıyoruz.

Galatasaray'ın 19. sizin, 6. şampiyonluğunuz Galatasaray'ın başarısının üçte biri size ait bu konu size neler hissettiriyor?
Mutluluk veriyor, gurur veriyor, huzur veriyor.
Şampiyonluk sürecinde yaşadığınız zorluklar nelerdi?
Şampiyon olmak kolay değil. Rakipleriniz var, kendi oyuncularınız, takımınız var; kaybetme var, puan kaybetme var, Avrupa maçları var. Lig tabi uzun bir maraton, o maraton içinde bir çok zorlukla karşılaşıyorsunuz hiç kolay bir şey değil. Allah'a çok şükür üstesinden geldik.
Galatasaray bu sene büyük transferler yaptı. Kafanızdaki kadroyu oluşturabildiniz mi? Bu süreçte yönetim arkanızda mıydı? Size karşı tutumları ne oldu?
Tabiki yönetimle her zaman beraber hareket ettik. Ne kadar ideal kadro kursanız yinede eksikler oluyor. O yüzden biz de daha iyiyi daha güzeli bulmak için devam edeceğiz, uğraşacağız. Takımımızdaki her oyuncudan memnunuz ama daha iyisi neden olmasın.
Geldiğinizde nasıl bir Galatasaray vardı, son iki sene içinde takımda neler değişti?
Geldiğimizde Galatasaray biraz zor günler yaşıyordu. Sıralamadaki yeri güzel değildi. Galatasaray'ın her zaman beklentisi daha üst sıralar olduğu için, güzel değildi. Çok şükür çok kısa süre içerisinde toparladık. Kulübümü bilmem, Galatasaraylı olmam bunların hepsi etken, bu yüzden çok çabuk halledebildik.
Takım çok önemli bir anda yanlız kaldı. Siz ve yardımcılarınz aynı anda ceza aldınız. Sonradan keşke dediniz mi?
Olmasa iyi olurdu, üzüldüm tabi. Malesef bunlar olabiliyor. Ama bizim takımla birbirimizi anlamamız sadece yan yana değil, bu yüzden doksan dakikalık bir uzaklık bizi çok fazla ayrı yerlere düşürmez.
Bu sene Şampiyonlar Ligi'nde Galatasaray çok iyi bir başarı elde etti. Normalde Galatasaray geleneği her sene gruptan çıkmak büyük başarı sayılırdı ama bu sene dünyanın büyük takımlarının yenilebileceğini gösterdiniz. Neler söylemek istersiniz.
Açıkcası gerek gruptaki başarımız, gerek çeyrek finaldeki başarımız önemliydi. Hatta yarı finale bile ramak kalmıştı, bence önemli bir sene geçirdik. Bizim hedefimizde gruptan çıkmak yeterliydi, ama daha ileriye götürdük. Onun için oyuncularımı kutluyorum çok başarılı bir Avrupa karnesi çizdiler.
Sıradaki hedefiniz Şampiyonlar Ligi'nde süreklilikmiş, öyle olursa önümzdeki 5 sene içinde kupa gelir mi?
Evet hedefim o. Bilmiyorum sürekli giderseniz, herkes kadar şansınız var.
Alt yapıya çok önem veren hocaların başında geliyorsunuz. Galatasaray bu sene dünya devlerini transfer etti. Sizce alt yapıdaki oyuncular için bu olumlu etki mi, olumsuz etki mi yaratır?
Avrupadan ünlüleri alırsak, bizden oyuncu çıkmaz diye birşey yok. Tam tersi onlarda gelecek, alt yapıdakiler de çıkacak. Büyük kulüplerde bu böyle olur. O yüzden öyle bir sakınca yok.
Türkiye'de hiç başka bir kulüp çalıştırmayı düşündünüz mü?
Ben başlarken Ankaragücü ve Göztepeyi çalıştırdım. Şu andan sonra ne olur bilmem, ama tahmin etmiyorum.
İtalya'da tecrübesi olan bir hocasnız. Türk futbolu ile Avrupa futbolu arasında ne gibi farklar var?
Artık çok fark kalmadı. Türk futbolu avrupadaki her yeri yakaladı.
Türk futbolunun geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
İyi şeyler düşünüyorum, gülüyor ve biraz soru hazırlasaydın diyor.
Acaba sıkıldı mı endişesi içinde "Hazırladım hocam, eleye eleye bu kadar kaldı" diyorum.
Futboldan sonra ticaret hayatına atıldınız ,tekrar futbola sizi kim döndürdü?
Bunları kimse merak etmez, herkes bilir benim herşeyimi.
- Hocam olsun benim ödevim,diyorum.
- Senin ödevin daha ne istiyorsun? Benle geldin röportaj yapıyorsun, sorularına cevap veriyorum, hala ödevim tamamlanmadı. Hangi hoca buna yok diyecek. Bu arada hocana selam söyle diyor gülerken.
O an düşünüyorum, geçen hafta Fatih Terim ile röportaj yapacağım dediğimde hoca ters adamdır, ukaladır, serttir, işi yok seninle mi uğraşacak diyen kişiler, acaba hayatlarında kaç kez gördüler Fatih Terim'i? Ne kadar muhabbet ettiler onunla? Odaya girdiği andan itibaren güler yüzü, samimi sohbeti ve esprileri ile bizi karşılayan, antremana alınmadık diye üzülen bir insana; insanlar bu yakıştırmaları nasıl yapıyorlar, merak ediyorum.
O sırada yardımcısı benim daha 1. sınıf olduğumu ve bu ödevi çok erken kullandığımı söylediğinde hoca:
-Seni bundan sonra ne kesecek? Kimle röportaj yapacaksın, diyor.
-Her sene sizle bir ropörtaj olabilir diyorum, gelecek seneler için söz almaya çalışarak.
Ropörtaja tekrar dönüyoruz.
Futbolu ne zman bırakmayı düşünüyorsunuz ?
Ben futbolu 1985'te futbolcu olarak bıraktım. Antrenör olarak ne zaman bırakırım bilmiyorum.
Fulya Hanım "Artık yeter bize hiç vakit ayırmıyosun, sen çok yoruluyosun, sağlığın elden gidiyor" demiyor mu ?
Onlara kalırsa hiç öyle birşey yok.Bilmiyorum ama futboldan kopmamız mümkün değil. Belki saha içi, belki saha dışı bir çok görev yapabilecek durumdayken öyle bir niyetim yok açıkçası.
Zaten bazı konuşmalarınızda sanki artık sivil yönetime geçme sinyalleri alıyorum bu Galatasaray Başkanlığı olur, federasyon başkanlığı olur, neler söyeleyeceksiniz?
İyi bir Galatasaraylısın sen değil mi? Bu herkesin takip edipte sorabileceği bir soru değil.
O an mutluluktan uçuyorum. Fatih Terim benim ne kadar iyi bir Galasatasaylı olduğumu anlıyor daha ne isteyebilirim.
- Küçüklüğümden beri size hayran bir Galatasaraylıyım. Siz İtalya'ya gittiğinizde ben ağlamıştım,diyorum.   
- Ben de seni ağlatmamak için geri döndüm, diyor ve kahkahayı basıyor.
Yani futbolun içinde kaldıktan sonra benim hızım veya tempom değişmez. Eşofmanlı veya eşofmansız farketmez. Zaten çalışma şeklimiz esasında bu. Eşofmanlada bazı şeyleri yaparak devam ediyoruz.
Peki Fatih Terim hiç izin yapmıyor mu? Biz ne zaman görsek sürekli idmanda, antremanda, oyuncuları gönderiyor, kendi yine çalışıyor. İzin gününüz oluyor mu ve o günleri nasıl geçiriyorsunuz?
Bak burda evden müdahale var. Şimdi işte 19 Mayıs bitti, 20 Mayıs lütfen bir program yapalım bak Allah aşkına nolur dinleneceksin diye. Bende hep tamam diyorum. Bir türlü olmuyor başaramıyoruz. Şimdi Mayıs ve Haziran takvimini yapıyorum. 10-15 düğün var, nikah şahidi olmak önemli bir mesuliyet insanları kırmak istemiyorum. İki transferler var. Üç yeni sene planlaması var. Mesela geçen sene Bodrum'da toplam 5 gün kaldım, 1 haftayı bulmadı. Ama ben ondan şikayet etmiyorum.
Peki ya evdekiler?
Evdekiler biraz şikayet ediyor ama ben etmiyorum. Ben geceleri geç yatarım, bayağı geç yatarım; çok az uyuyarak idare ediyoruz ama bir kendimi denize atmak, rahatlamak istiyorum.
Fulya Hanım'ın bir röportajını okumuştum. Fatih'e sorsanız önce karım, sonra çocuklarım, sonra futbol diyecektir. Bu yalan önce futbol, sonra çocukları, en son benim diyor ve isyan ediyor.
Fulya Hanım'a da birşey söyleyemeyeceğim,haklı.
Fulya Hanım'ında omur ilik felçlileri için çok yoğun çalışmaları var, hafta başı beraber Adanadaydınız, kızınız stil danışmanı, siz zaten çok yoğun çalışıyorsunuz. Evde birbirinizle görüşebiliyor musunuz?
Sen merak etme ben onlara da yetişiyorum, Merve'yi de dahil edersek 4, evli ama bizden kopmadı hala, evet Fulya Hanım da bayağı meşgul. Bunlar güzel meşgaleler, ben şikayet etmiyorum. Sağlık olduğu sürece herşeyin çaresi var.
Hocam kimsenin bilmediği özel zevkleriniz neler? Adanalısınız yemek yemeği seviyorsunuzdur,  giyiminize önem veriyorsunuz, Türk Sanat Müziği dinlemeyi seviyorsunuz. Bizim bilmedğimiz yanları ile Fatih Terim'i anlatır mısınız?
Evet diyor hoca memnun bir şekilde sanki beklediği soru gelmiş gibi.
Sizin bilmediğiniz, ben müthiş bir yeşil düşkünüyümdür. En iyi bildiğim işlerden biri çicek, böcek, ağaçtır. Bayılırım bahçe işlerine. Burda gördüğün oturduğun bütün yeşil alan, ağaçlar, çiçekler düzenlemelerin  hepsi bana ait. Bahçe düzenlemeyi çok severim. Müzik dinlemeyi seviyorum, Trt dinlerim. Onun dışında ayak tenisi benim bir zevkim. Gürcan'da iyi olsaydı oynardık diye keyifle takılıyor arkadaşına. Sonra Hasan Şaş,Ümit Davala'nın olduğu takımı nasıl yendiklerini anlatmaya başlıyor.
Röportajımız burda bitiyor ama biz sohbete devam ediyoruz. Fotoğraf makinemi alıyorum elime, her  saniye deklanşöre basıyorum. Hocanın yüzünde sürekli flaşlar patlıyor ama rahatsız değil. Zaten kendi diyor " Çekin bir daha nerede bulacaksınız" diye. Ben rahatsız oluyorum patlayan flaşlardan ama kendimi de tutamıyorum çekmeden. Hocanın umrunda değil, halinden gayet memnun.
Hocaya sporcu olduğumu ve buradan Adana'ya yarışlara gideceğimi söylüyorum. "Sende bizdensin, hangi sporla uğraşıyorsun" diyor. " Yüzme, sutopu, pentatlon" diyorum. "Aferin" diyor. O sırada konuşmamızı duyan Florya Tesisler Müdürü Fahri Yılmaz kendisinin eski milli sutopçu olduğunu söylüyor. Fatih Hocanın keyfi yerinde "İyi bir kaleciydi, en çok gol yiyen kaleciydi" diye takılmadan geçemiyor arkadaşına ve herkes gülüyor bu yorum karşısında.
Bu sırada Buse Terim arıyor, hocanın gözlerinin içi gülüyor ve konuşmalarına şahit oluyorum. Fatih Terim kızıyla sanki hala küçük bir kız çocuğuymuş gibi sevgi sözcükleri ile konuşuyor. Birkez daha anlıyorum ne kadar sevecen bir kişi olduğunu.
Oradan ayrılmamıza yakın Ceren Hanım getirdiği formayı imzalatmak için çantasından çıkarıyor.
-Hazırlıklı gelmişiz, diyor hoca.
-Benim formam yok, diyorum.
-Neden Bihter'e forma vermediniz, diyor etrafındakilere.
Arada bir karmaşa oluyor, içimden eyvah formam unutulacak derken. Hoca yardımcılarından tekrar forma istiyor.
- Bir iş yaptık bari tam yapalım, diyor. Formamın gelmesi için 15 dakika daha bekliyor.
Forma gelince imzalıyor ve ayrılık vakti geliyor. Herkesle tokalaştıktan sonra, tam kapıdan çıkarken,    "Hocam bir dakika son bir resim, bir daha nerede bulacağım sizi" diyorum. Hiç düşünmeden hemen duruyor ve sarılıp resim çekiniyorum.
Hoca aşağı iniyor, güneş gözlüklerini takıyor ve arabasına binip gözden kayboluyor. O sırada İstanbul'da güneş açıyor, bizde Florya'nın o eşsiz bahçesinde biraz daha oturup, keyfini çıkarıyoruz. Tesisten ayrılırken bir duygu karmaşası içindeyim. Mutluluk, sevinç, zafer, başarı, hüzün, şaşkınlık, heyecan hepsi bir arada... Florya'yı arkama alıp yoluma devam ederken, kafamda "Bir daha buraya gelebilir miyim?" düşüncesiyle beraber benim için o günlük Florya defteri kapanıyor. 





















Eskişehirspor Tribün Kültürü


Futbolla ilgilenen insanlar genelde bilirler. Anadolu kulüpleri biridir Eskişehirspor triübünleri. Yaptıkları el emeği pankartlar, deplasmanlara giden binlerce otobüs ve deplasman trenleriyle farklıdır taraftar grupları. Bugün size Eskişehir'de tribün kültürünü anlatacağım.


Bir başkadır Eskişehir. İnsanıyla, şehirdeki güzellikleriyle, taraftarıyla bambaşkadır. Maç günleri başka yaşanır bu şehirde. Bütün şehir siyah-kırmızı boyanır. Esnaf bayraklarını asar. Tramvayda Es-Es e başarılar yazar. İnsanları siyah-kırmızı giyinir. Taraftar günler öncesinden pankartlarını boyar. Sabah stada yerleştirir, hazır şekilde bekler maç saatini. Maç saati şehirde hayat durur. Maç bitiminde şehir yeniden canlanır.
Bir başkadır Eskişehirspor taraftarı. Anadolu’nun yıkılmayan kalesidir. Eskişehir’de Eskişehirspor’dan başka takım tutulmaz. Babadan oğula bir mirastır Eskişehirspor sevgisi. İstanbul takımlarına tepkidir. Bu şehirde  “Bizans” derler İstanbul takımlarına ve başka takım formasıyla dolaşmak zordur. Eskişehirspor taraftarı  İstanbul takımlarının maçları olduğu gece,  şehirde “Anti-Bizans’a” çıkar. Gördükleri atkıları alırlar, kimi zaman forma çıkarttırırlar. Başka bir takımın şampiyonluğu kutlanmaz şehirde.

Eskişehir tribünleri de en az Eskişehirspor kadar önemlidir. 2013-2014 sezonunda Lig Tv  tarafından yılın en iyi tribünü seçilir. Eskişehirspor stadında,  açıkta ALTES, kapalıda NEFER  tribünü vardır.Bu gruplar Eskişehirspor’a gönül vermiş kişiler tarafından kurulur. İsimlerinin anlamı, manifestoları ve genç oluşumları vardır.  Tribündeki herkes meslek sahibidir. Hepsinin ortak noktası ise Eskişehirspor’dur. 

Diğer takımlara emek verenlere de saygılılar, hatta onlara “tribün emekçisi” diyorlar. Tek istedikleri herkesin kendi doğduğu şehrin takımını tutması. Aksi halde insanların şehirlerine ihanet ettiğini düşünüyorlar. Birazda bu yüzden tepkililer İstanbul takımlarına.

Tribünler maçtan yarım saat önce dolar. Statta Mithat Körler’in Eskişehirspor için söylediği Eskişehirspor marşı son ses çalar. Taraftar maçın havasına iyice girer. Eskişehirspor tribünlerini diğer tribünlerden ayıran en büyük özellikleri ise bandosudur. Es es bando her maç öncesi açık tribünün ortasında yerini alır. Maç boyunca besteleri çalar. Takım tam sahaya çıkarken isimler okunmadan önce statta bir sessizlik olur. Bütün tribün çömelir, bando Espana’ya giriş yapar. Herkes oley sesleriyle ayağa kalkar ve atkı sallar. Espana’nın yavaş çalındığı anlarda bu tekrarlanır. Hızlandığı anda ise bütün stat coşkuyla zıplar ve atkı şova başlar. O an ki görsel şölen görülmeye değer. Maçın ortasında ışık şovları başlar. Stat bir anda aydınlanır. Eskişehirspor tribünleriyle maç izlemek 90 dakika boyunca görsel şölen yaşamak demek, bir de bando eklenince oluşan ambiyansı kelimelerle anlatmak imkansız. 6222 Sporda şiddet yasasının yürürlüğe girmesinin ardından statlarda meşale yakılmasının yasaklanması üzerine kareo es es’in tepki kareografisi bunun üzerine olur. Maç başladığında açık tribünden üzerinde trol olan kocaman bir pankart inmeye başlar. Etrafında delikler vardır. Baştan kimse anlamaz deliklerin ne olduğunu. Bir anda meşaleler yanmaya başlar deliklerden. Tabi pankart altında olduğu için kimse tanınmaz ve ceza almaz. Böyle ince esprileri vardır Eskişehirspor taraftarının

Kupa değil, arma sevdalısıdır Eskişehirsporlular. Skor ne olursa olsun 90 dakika hiç susmadan, oturmadan,yorulmadan desteklerler takımlarını. Maç sonunda sonuç ne olursa olsun, futbolcularını alkışlar ve stattan öyle ayrılırlar. Takımlarının üçüncü ligde  18.000 kişiye maç oynamasıyla gurur duyarlar. Takımın kaçıncı ligde olduğunun, hangi takımla oynadığının önemi yoktur onlar için. Deplasmanda asla yalnız bırakmazlar takımlarını. Değişik bir taraftar grubudur Eskişehirspor. Deplasmanlara genelde otobüsle gidilir. Eskişehirsporlular İzmir’de oynanacak Türkiye Kupası maçına iki tren doldurur ve trenle gider. Bir çoğu iş yeriyle anlaşmış iznini maç günü kullanır. Hatta gerekirse istifa edenleri vardır bu şehirde. Birde bütün bu emeklerin üstüne deplasman yollarında yaşananlar. Deplasmanlara giderken neler çekilir onlardan dinlemek lazım….

Tribünlerin en büyük şansı Bando Es-es’tir. Kendi bestelerinin yanı sıra, taraftarın yaptığı besteleride çalar Bando Es-es. Eskişehirspor taraftarının bir sürü bestesi vardır. Yeni beste yapıldığında besteler sosyal ağlar, telefon,  internet üzerinden taraftara ulaşır. Maça herkes yeni besteyi bilerek gelir. Eskişehirspor taraftarının en güçlü olduğu takımı en iyi desteklediği an açık ve kapalı tribünün karşılıklı tezahüratlar yaptığı andır. O an stattaki atmosfer futbolculara moral verir. Tribüne giden kişiler, karşılıklı tezahüratlar yaptıkları an’a “tribün yapmak” der. Goller tribünün en iyi yapıldığı anda gelir genelde. Eskişehirspor’un iç saha da en büyük şansı tribünlerdir. Müthiş bir coşkuyla destek verir, takımlarına.

Düşüncelidir Eskişehirspor taraftarı. İsimleri sadece Türkiye de duyulmaz.İngiltere Kraliçesi Elizabet’ten, Rus Astronot Neil Armstorg’a kadar bilinir. Eskişehirspor tribünlerinden bahsedip, Orhan Erpek nam-ı diğer Amigo Orhan’dan bahsetmemek olmaz. Amigo Orhan Eskişehirspor’un ilk kurulduğu yıllarda tribünlerin başına geçer. Türkiye'de ilk ve tek amigodur o zamanlar. Orhan beyfendiliğiyle tanınır. Maçlar da küfür etmez ettirmez. Amigo sözcüğü de gerçek anlamında kullanılır: dost, arkadaş.. yâni: dost Orhan'dır aslında... Eskişehir taraftarının dostu.. O zamanlar Galatasaray ve Fenerbahçe takımlarında tribün kültürü yoktur. Seyirci sadece gol diye bağırır. Bir tek Eskişehirspor’un ünlü tezahüratı vardır o zamanlar es es es ki ki ki es-ki es-ki es... 1960’lı yıllarda ilk tezahüratlar yine Eskişehirspor’dan gelir. “Siyah kırmızı, anadolu yıldızı” “istanbul'da paşabahçe, sıra sende Fenerbahçe” gibi… Maçtan önce Orhan sahaya çıkar, kollarını önce iki yana açıp, bütün tribünlere söyle bir baktıktan sonra, yavaş yavaş dizlerini kırıp, çömelmeye başlar. Ellerini yumruk yapar. Sol dizi tam yere değmek üzereyken, birden kollarını açarak havaya fırlar. Onun bu fırlayışı ile birlikte, stadı dolduran 20 000 kişi başlar bağırmaya.Orhan’ın sağ elini, sert hareketlerle sağa sola sallamasıyla, korosu da tempoyu değiştirir. Bütün stad ‘Es es es Ki ki ki Es ki es ki es’ sesleriyle inler. Hatta Amigo Orhan o zamanlar Fenerbahçe’den transfer teklifi alır fakat bu teklifi kabul etmez. Bir de NASA’dan gelen teşekkür mektubu vardır Orhan’ın.

Gönderen: NASA "Dünyanın en büyük orkestrasını yöneten Eskişehirspor Amigosu Orhan'a. Komutan Neil Armstorg, kumanda modülü pilotu Michael Collins ve Ay modülü pilotu Edward Aldrin'in imzalarını taşıyan mektupta şöyle denilmektedir.
" Sayın Bay Amigo Orhan... Es Es'li amigolar ve Amigo Orhan. Milli gayemiz olan Ay'a muvaffakiyet dolu iniş ve dönüşümüze hissedar olmanızdan dolayı çok müteşekkiriz. İnanıyoruz ki cihanşümul keyfimiz beşeriyet için büyük faydalar sağlayacaktır. Bu başarımızda sizlerin iyi dilekleri ve cesaret verici destekleri ve duaları bizleri ayakta tutmuştur. Mütevazı teşekkürlerimizi sunarken bütün Es Es taraftarlarına başarılar dileriz.

Eskişehirspor takımın oyuncularından Necdet Yıldırım, bağırsak kanserine yakalanır. Tedavi için Londra'ya gönderilir. Necdet, Londra'da bulunduğu sıralarda Eskişehirspor taraftarları da boş durmaz. Türk futbol tarihinde eşi benzeri olmayan bir incelikle futbolcularına sahip çıkar. "Patikçi" Kadir Göncü şöyle anlatıyor:
 "Necdet'imiz daha iyi tedavi olur düşüncesiyle İngitere'ye gönderildi. Kalbimiz onunlaydı ve hiçbirimizin aklından çıkmıyordu. Bir gün İstanbul'da maçımız var. Biz yine bütün işimizi gücümüzü bıraktık ve deplasmana koştuk. Maçtan önce her zamanki gibi Çiçek Pasajı'na oturup kafaları çekiyoruz. Ayı Yusuf dediğimiz merhum Yusuf Bayraktar birden bir fikir ortaya attı. "Bizim Necdet orada tek başına, yaban ellerde. Onun için ne yapalım da yanında olduğumuzu hissetsin." Aramızdaki beyin fırtınasının  ardından Necdet'e güzel bir jest yapmaya karar verdik. Beyoğlu'nda o zamanlar Sabuncakis diye meşhur bir çiçekçi var. Adam adrese teslim garantili iş yapıyor daha o yıllarda. Çiçek Pasajı'nda herkesten para topladık, Necdet'e çiçek göndereceğiz. Derken Ayı Yusuf yine inceliğini gösterdi "Yahu İngiltere Kraliçesi Elizabeth'e de bir çiçek gönderelim, yanına da bir not yazalım gitsin Necdet'i ziyaret etsin, çocuk sevinir" dedi. Nasıl olsa çiçeklerin kesin gideceğine eminiz.

Çiçek yerine ulaşır, Kraliçe Elizabeth'in teşekkür mektubu da Es Es taraftarlarına. Kraliçe'nin özel sekreteri Margaret Hay'in gönderdiği teşekkür mektubu şöyledir: "İngiltere Kraliçesi göndermiş olduğunuz kırmızı güllere teşekkür için beni görevlendirdi. Kraliçe bu fevkalade çiçeklerin kendisini çok memnun ettiğini bildirdi. Siz Eskişehirsporlular' a Necdet Yıldırım'ın hastalığının iyiye doğru gittiğini memnuniyetle duyuruyoruz."

Neşeli olduğu kadar, vefalıdır Eskişehirspor tribünleri. Sinan Alağaç ve Ediz Bahtiyaroğlu. .. İkisi de 20’li yaşlarında Eskişehirspor forması giyerken hayata gözlerini yumar. Taraftar bunun üzerine “Tükenmiş Nefeslere” adlı besteyi yapar. 2 sene önce ölen Ediz için “Kanatlanıp uçtuğun  yerde Bahtiyar ol” pankartı yapılır. Maç esnasında Ediz’in 2 numaralı forması, tribünden inmeye başlar. Sağ ve sol yanından da iki kanat iner. “ Kalplerden Cennete” belgeseli çekilir, pankartın yapılışını anlatan.Vefalıdır Eskişehirspor taraftarı, unutmaz göçüp gideni.

Tribün yalnızca maça gidip golleri alkışlayan taraftar değildir. Tribün bir ruhtur. Ne hatırlamaktan, ne ümit etmekten asla yorulmaz. Tıpkı es-es taraftarının Sinan’ı ve Ediz’i anmaktan, şampiyonluğu hayal etmekten yorulmadığı gibi.



10 Nisan 2016 Pazar

Futbolda Holiganizm ve Taraftar Grupları

Merhaba sevgili okurlarım,
Geçenlerde bir dersim için sunum yapmam gerekiyordu, konu serbest. Düşündüm ne olabilirdi. Tabii ki futbolla bağlantılı bir şey olacaktı. Buldum! Futbolda holiganizm ve taraftar grupları. İçine birazda ultras kültürü oh mis… Yaptığım araştırmaların sonuçlarını ve edindiğim bilgileri sizlerle de paylaşmak istedim. İyi okumalar dilerim.
Futbol tarih boyunca hemen hemen bütün medeniyetlerde benzer biçimlerde boy gösterdikten sonra bugünkü haline en yakın şeklini 17. yüzyılda İngiltere'de almıştır. Ülkemizde futbolun ilk olarak 19. yüzyılın son çeyreğinde oynanmaya başladığı bilinmektedir. Osmanlı döneminde Selanik'te yakılan ilk ateş, zamanla Bornova çayırlarına kadar yayılmıştır.Ülkemizde ilk futbol takımı İngilizler tarafından izmir’de kurulmuştur. Ardından Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe kurulmuştur.
Dünya’da en çok izlenen spor kuşkusuz futboldur. Fransız sosyolog Boniface’e göre; futbol küreselleşmenin nihai aşamasıdır ve dünyada futboldan daha evrensel bir olay bulunmamakta.  Bir spor dalı olarak futbol, aynı zamanda şiddet unsurlarının da sahnelendiği bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Binlerce insanın futbol maçları nedeniyle meydana gelen olaylarda hayatını kaybetmesine ve zarar görmesine neden olmuştur.
Bir zamanlar futbol kaynaklı şiddet olayları sadece bir İngiliz hastalığı olarak yorumlanmış fakat çok geçmeden bu hastalığın bulaşıcı olduğu görülmüştür. Futbol holiganizmi sadece futbolun beşiği İngiltere’de değil Kara Avrupa’sında, Güney Amerika’da, İtalya’da kendini göstermiş ülkemizde ise özellikle son yıllarda üzücü sonuçlar doğurmuştur.

Taraftarlık olgusu ve fanatizm
Futbol endüstrisinin en önemli destekleyici faktörü ise taraftarlık olgusudur.
Bu noktada “fanatiklik” ve “holiganlık” birbirinden ayrılması gereken unsurlardır.
Bir spor faaliyetini doğrudan ya da televizyon gibi medya aracılığıyla izleyen kişiye seyirci; takımına bağlı olan, onu ya da sporcularını takip eden, onlara olumlu duygular besleyen, onları destekleyen ve futbolla ilgili arzularını bu şekilde karşılayan kişiye taraftar denilmektedir. Bir şeye körü körüne bağlı, bağnaz; kazanmak için  her yolu meşru gören, sporun estetiği ve güzelliğiyle ilgilenmeyen ve sadece sonuca bakan, tuttukları takımın renklerini, marşlarını hastalık derecesinde önemseyen vb. davranış özelliklerini gösteren kişiler ise fanatiktir. Holigan davranışı içinde bulunanlar ise, genellikle takımına ölesiye bağlı olan, aynı zamanda, yıkıcı ve şiddet içeren davranışlarda (vandalizm) bulunan fanatiklerdir. Holiganlar, her ne kadar bir takıma bağlı gibi gözükseler de, takımın skoru veya başarısı onlar için pek de önemli değildir. Holiganların amacı, sadece olay çıkartmaktır. Holiganların genelde küçük el işleri ya da düşük sekreterlik işlerini yapan ya da işsiz ve genellikle kökenlerinin işçi sınıfından geldiğini göstermektedir.
Bir zamanlar futbol kaynaklı şiddet olayları sadece bir İngiliz hastalığı olarak yorumlanmış fakat çok geçmeden bu hastalığın bulaşıcı olduğu görülmüştür. Futbol holiganizmi sadece futbolun beşiği İngiltere’de değil Kara Avrupa’sında, Güney Amerika’da, İtalya’da kendini göstermiş ülkemizde ise özellikle son yıllarda üzücü sonuçlar doğurmuştur.

Ultras eşit değildir holiganizm
Modern futbola karşı olan, Paranın futbolu satın almasına karşı çıkan bir oluşum olan Ultras, Güney Amerika ve Avrupa'daki bir çok destekçisiyle güncelliğini ve gücünü koruyarak bugünlere gelmiştir ve hala da devam etmektedir. Aslında içinde bir kural tanımazlık barındırsa da futbolu futbol olduğu için seven, futbolun para öznesiyle bütünleşmesini engellemeye çalışırlar.
Ultra hareketi denilen bu hareket 1950-1960 yılları arasında İtalya'da ortaya çıkmıştır.Bu harekete mensup kişilere ''Ultras'' adı verilmiştir. Ultrasların hayat görüşünü; ''Her Zaman Her Yerde Mümkün Olan En iyi Şekilde Takımı Desteklemek'' sözüyle özetleyebiliriz.
 Futbola ve takımlarına ilgi duyan insanlar ultra grupları kurmuşlar ya da mevcut olan ultra gruplarına üye olmuşlardır. Genel olarak Ultrasların özelliklerini şöyle sıralayabiliriz.

-Genellikle belirli bir politik görüşe sahiptirler. Bu görüş genelde faşizm derecesinde sert milliyetçilik, ''Aşırı sağcılık''tır. Fakat sol görüşe mensup gruplar da vardır. Bunların başında İtalya'nın Livorno taraftarları gelir.
-Utraslar ''Endüstriyel Futbol''  kavramına şiddetle karşı çıkarlar. Bu nedenle bir çok zengin kulüpten de nefret ederler. Bu kulüplerin başında; Barcelona, Real Madrid, Chelsea ve Manchester City gelir.

-Kulüp yöneticileriyle de pek sıcak ilişkileri olduğu söylenemez. Futbol takımını esas kabul ederler. Onun haricindekilere saygı duymazlar. Kulüpten gelen her hangi bir yardımı da kabul etmezler.

-Ultraslar, tribün şovları, koreografiler ve deplasman organizasyonlarından dolayı oluşan giderleri kendi ceplerinden karşılarlar. Her hangi bir destek kabul etmezler. Takımları için, savundukları görüş için şiddete başvurmaktan çekinmezler. Bu durumdan dolayı da polisle araları pek de iyi sayılmaz. İki taraf arasındaki husumetten dolayı ''A.C.A.B'' (All Cops Are Bastards) klişeleşmiş sıkça söylenen bir söz haline gelmiştir.

Dünyadaki en önemli ultras grupları

10.000 üyeye sahip gruplar mevcuttur. Birçok ultras grubuna sahip olan İtalya'nın en meşhur grubu Livornolular kabul edilir.





Commanda Ultra 84


Commando Ultra 84. Marsilya'da kurulmuştur. Fransa'da kendisinden sıkça söz ettiren bir gruptur.

Bad Blue Boys

Bad Blue Boys: Hırvatistan'da kurulmuşlardır. Dinamo Zagreb'i desteklerler.

Grobari





Grobari : Sırbistan'da kurulmuştur. Partizan Belgrad takımını destekleyen gruptur. İsimleri  ''Mezar Kazıcılar'' anlamına gelmektedir. Aşırı sağcı bir görüşe sahiptirler. 


As Roma Ultras



As Roma Ultras: İtalya-Roma'da kurulmuştur. İtalya'nın en etkin gruplarındandır.


Lazio





Riducibili Lazio : İtalya-Lazio'da kurulmuşlardır. İsimlerindeki ''İrriducibili'' ''baş eğmeyen'' anlamına gelmektedir. Roma taraftarıyla arasındaki rekabet bir çok olaya sahne olmuştur. 



Delije: Kızıl Yıldız takımının taraftar grubudur. O kadar meşhur olmuştur ki kulüpten daha çok tanınırlar. Her  Kızıl Yıldız taraftarı bu gruba üyedir, değilse de olmak zorundadır. Olimpiakos'un Gate 7 isimli taraftar grubuyla ''Ortodoks Kardeşliği'' adını verdikleri bir kardeşlik kurmuşlardır.





Ultras kültürü futbola şüphesiz ki bir çok şey katmıştır fakat bunun yanında bir çok şeyi de götürmüştür. Bunların başında şüphesiz ki dostluk ve rakibe saygı vardır. Fakat biz ne dersek diyelim ne anlatırsak anlatalım Ultraslar hep var olmuşlardır ve var olmaya devam edeceklerdir. 

Dünyada holiganizmin sebep olduğu facialar
Futbol tarihindeki ilk ve en dehşet verici şiddet olayları ile karşılaşan İngiltere, bu yüzden futbol holiganizmi ile mücadeleye diğer ülkelerden önce başlamış, tedbirleri erken almak zorunda kalmış ve bu alanda diğer ülkelere öncülük etmiştir.

Bradford Stadı Yangını

Ev sahibi Bradford City, Lincoln City karşısında Football League Third Division (3. Lig) şampiyonluğunu kutlama planı yapmıştır. İlk yarı sona ererken bir taraftar elindeki sigarayı stadyum sıralarının altına düşürmesi sebebiyle sıraların altındaki yığın bir anda alev aldı. 5 dakika içinde stadyumun bir kısmının alevler içinde kalması ve taraftarların canlarını kurtarma telaşı nedeniyle yangın 56 kişinin ölümüne 265 kişinin yaralanmasına sebep oldu.












Heysel Faciası
29 Mayıs 1985 günü Brüksel’de  Juventus ve Liverpool arasında oynanacak Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası final maçının başlamasından önce,  Liverpool taraftarlarının İtalyanlara saldırması ve çıkan panik sonucu bir duvarın çökmesi ve taraftarların tel örgülere sıkışması sebebiyle 38 İtalyan taraftar ve 1 Belçikalının öldüğü olaylar. Olaylarda 900 kişi yaralanmıştır.
Olaylar nedeniyle Avrupa Futbol Federasyonları Birliği'nin (UEFA), Liverpool'a vereceği cezayı az bulan Thatcher, "Bu hayvanların cezasını ben vereceğim" demiş ve ülkesinin Avrupa kupalarından 5 yıl men edilmesini göze almıştı. Olaydan 2 gün sonra Thatcher, Liverpool'un Avrupa kupalarından süresiz men edilmesini istemiş, UEFA ise bu cezayı 5 yıla düşürmüştü. İngiliz Başbakan, UEFA 5 yıllık men cezasını da uygulamazsa, İngiltere'nin, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA) ve UEFA'ya üyeliğini fesh edeceğini belirtmişti.



Thatcher'ın, "Önce holiganizmi kendi içimizden temizlememiz gerekiyor. Bunda başarılı olursak, gelecekte bir gün belki yeniden Avrupa kupalarına katılabiliriz" cümlesi, Ada futbolunda gerçekleşen temizlik operasyonunun başlangıcı olarak kabul ediliyor. "Ortaçağ arenası"na dönen statları yeniden bir oyun alanına, "gladyatör"lere dönüşen seyircileri ise "tiyatro seyircisi" haline getiren Thatcher, aldırdığı önlemler ve çıkardığı yasalarla İngiliz futboluna yeniden saygınlık kazandırdı.


Hıllsbrough Faciası

 15 Nisan 1989'da, Sheffield şehrinin takımı olan Sheffield Wednesday'in sahası Hillsborough Stadyumu'nda gerçekleşen kaza. Bu olayda tamamı Liverpool taraftarı olan 96 seyirci ezilerek ölmüş, 766 kişi ise yaralanmıştır. Olay, İngiltere ve dünya futbolunun en ölümcül ve en kötü kazasıdır.
Sheffield Wednesday'in Hillsborough Stadyumu'nun "Lepping Lane tribünü", maç başlamış olduğu halde stadyuma giriş yapamamış. Liverpool taraftarlarının kapıya hücum etmesiyle başlamış. Kapıya hücum eden taraftarlar ezilme tehlikesi yaşayınca, duruma müdahale etme gereği duyan polis, turnikesi olmayan girişleri de açarak insanları stadyuma almaya çalıştı. Önceden girmiş olan ve öne doğru baskı yiyen bazı taraftarlar balkonlardan aşağı düşmeye, alt taraftakiler ise sahayı bölen kafeslere sıkışarak ezilmeye başladılar. İnsanların feryatlar içinde sahaya girmesiyle durumu anlayan hakem maçı durdurdu ve görevliler hızla yardıma koşmaya başladı. Olay sonucunda 96 ölü, 766 yaralı ortaya çıktı. Liverpool ile sürekli rekabet içerisinde olan Evertonlılar, olay sonrasında oynanan ilk Liverpool maçında, Liverpoollu taraftarlarla beraber maçı seyrettiler.

Hillsborough faciasından sonra Lord Taylor’un hazırladığı raporlar çerçevesinde İngiltere, Sanayi Devriminden sonra Futbol Devrimini de gerçekleştirmiş, alınan tedbirler yapılan uygulamalar ve futbola özgü çıkarılan kanunları ile Futbol Holiganizminin üstesinden gelmiş, yeşil sahalardaki şiddet olaylarını en alt seviyeye indirerek futbolu gerçek bir eğlence sektörüne dönüştürmüştür. Futbol dünyasında yapılanlara kısa başlıklar altında bakacak olursak:
1-         Futbol statlarının modernizasyonu gerçekleştirilerek, bütün statlar koltuklu hale getirilmiş, tel örgüler kaldırılmış, catering, tuvalet ve diğer servisler geliştirilerek stadyumlar eğlence merkezi haline dönüştürülmüştür. Ayrıca, statların içi ve çevresi kameralarla donatılarak güvenlik için alınan tedbirler artırılmıştır. Böylelikle, ülkede futbola bakış açısında değişiklikler yaşanmış futbol sadece işçi sınıfı ve düşük gelir grubundaki insanların oyunu olmaktan çıkarılmış, orta sınıfın ve ailelerinde ilgisi çekilerek futbol bir endüstri haline getirilmiştir
2-          Polisin futbol seyircisine karşı uyguladığı metotlarında değişikliğe gidilmiş, sert ve katı tutumun yerini pozitif yaklaşım almış, Ayrıca Ulusal İstihbarat Servisine bağlı olarak Futbol İstihbarat Örgütü oluşturulmuş, sivil polisler holiganların arasına girerek onlarla aynı hayatı paylaşmış ve toplanan veriler ışığında ülke içi ve dışında oluşabilecek birçok olaya önceden müdahale edilmiştir
     3-  Sportif olaylar sırasında alkol tüketimini kontrol altında tutmayı amaçlayan bu kanun ile stat çevresinde alkol satışı ve izleyicilerin stada alkol sokmaları yasaklanmış, sarhoş taraftarların stada girmeleri engellenmiştir.
        4-   Futbol Seyircileri Kanunu, mahkemelere futbolla ilgili şiddet olaylarına karışan kimselere İngiliz takımlarının ülke dışında oynadığı maçlar sırasında İngiltere’den çıkış yasağı koyma ve bu kişilere maç tarihinde belirlenmiş polis istasyonlarında bulunma zorunluluğu getirebilme yetkisi vermiştir
        5-    Futbol Seyircileri Kanunu, mahkemelere futbolla ilgili şiddet olaylarına karışan kimselere İngiliz takımlarının ülke dışında oynadığı maçlar sırasında İngiltere’den çıkış yasağı koyma ve bu kişilere maç tarihinde belirlenmiş polis istasyonlarında bulunma zorunluluğu getirebilme yetkisi vermiştir.
6-    Gerçektende yıllar içerisinde mahkemeler tarafında uygulanan futbol maçlarından men cezalarının sayısı arttıkça, meydana gelen şiddet olayların da önemli ölçüde bir düşüş meydana gelmiştir. İngiltere de ülke içindeki şiddet olayları yok denecek kadar azalmış, özellikle 2000 tarihinden sonraki uluslararası turnuvalarda kötü nam sahibi İngiliz Holiganları büyük olaylara karışmamışlardır. 

Türkiye’de çok fazla holiganizm olayı görülmese de 1967 Kayserispor- Sivasspor maçında yaşanmıştır. 17 Eylül 1967 yılında Kayserispor Stadyumu’nda çıkan olaylarda 43 kişi ölmüş. 600 kişi yaralanmıştır. Kayserispor taraftarlarının Sivasspor taraftarlarının üzerine yürümeye başlamasıyla çıkan panikte 43 kişi ezilme ve havasızlık sonucu hayatını kaybetmiştir. Olayların Sivas‘ta yayılması sonucu Sivas'ta yaşayan pek çok Kayserilinin  işyeri saldırıya uğramıştır. Çıkan olaylar nedeniyle iki takıma da 17 maç saha kapama cezası verilirken takımların 5 yıl boyunca aynı gruplarda futbol oynamaması kararı alınmıştır. 















İngiliz holiganlar genellikle genç ve işçi sınıfı mensupları olup erkeklik kimliklerini ortaya koymak ve kargaşa çıkarmaktan haz duydukları için şiddete başvurmaktadırlar. Türkiye’de ise eğitim ve gelir seviyesi düşük kişilerin yanında sosyal seviyesi yüksek, VİP tribünü izleyicileri, kulüp yöneticileri, siyasi yetkililer ve milletvekilleri dahi değişik boyutları ve yönleriyle futbol holiganizminin içerisinde bulunmaktadırlar. O kadar ki, maç sırasında hakeme su şişesi fırlatan daha sonrada tartaklayan bir milletvekili kendini ben Denizli Sporun holiganıyım, takımımın haklarını korurum şeklinde savunabilmektedir. 

Ülkemizde futbol sahalarında görülen şiddetin başlıca sebeplerine gelince; 

Ekonomik ve sosyal hayattaki sorunlar, yerleşmiş spor kültürü eksikliği, mafyanın etkisi, stadyumların yetersizliği, etkisiz güvenlik önlemleri ve polisin tutumu, teknik direktörlerin, futbolcuların sorumluluğu, futbol federasyonu ve MHK, hakemler, kulüp yöneticileri ve medya olarak özetleyebiliriz.

Okuduğum bölüm gereği algıda seçicilik yaparak tüm bu konular arasından medyanın holiganizme nasıl çanak tuttuğunu araştırdığımda oldukça şaşırdım. Yakın tarihte çok fazla olmasada geçmiş zamanlarda halkı kışkırtma ve galeyana getirmenin bir numarasında medyanın olduğunu gördüm. Şimdi sizlere bunlardan bir kaç örnek vermek istiyorum.







İnsanların bıçaklanmalarıyla, ölümleriyle sahada ki skoru bir tutan bir anlayış... Söylenecek fazla söz yok sanırım.












Her konuda geri olan bir ülkenin futbol konusunda da geri de olması gayet normal.. 
Bütün sorunlarımızı çözdüğümüz zaman spor ve futbol konusuna da kökünden çözeceğimizi umuyorum. 
İyi haftalar dilerim.